onur ilter

Deprem Uykuları

17/07/2018

Avize bir sola bir sağa, sonra bir ileri bir geri sallanıp duruyor; annem, ablam, kardeşim hepimiz masanın altındayız. Masanın altı mağaralar gibi, biraz Tom Sawyer biraz ekmek kırıntısı; deprem gecelerindeyse tek kaçış noktası. Sanki depremler hep geceleri oluyor.

 

Dördümüzü çevreleyen beyaz bir ip dönüyor etrafımızda, boynumdan dolanıp annemin kollarına karışıyor ip, ablamın saçlarından kardeşimin bileğine uzanıyor sonra bacaklarımı sarıp sandalyenin ayağını sıkıyor sıkı sıkı. Avize sallanıyor, gölgeler dönüyor salonun içinde, duvardan duvara zıplıyor gölgeler, dans eder gibi ama korku dolu, dalgalar gibi bir geliyor bir gidiyor karartılar. Depremin en korkutucu yanı sıvaların altından gelen hırıltılar. Annemin elinde bir şiş, yarım bir atkı var tam halının kenarında boylu boyunca uzanan, o atkıdan bir ip çıkıyor, dönüp geliyor boynumdan dolanıp annemin kollarına karışıyor işte. Kırk yedi, kırk sekiz, kırk dokuz, elli…

 

- Anne ne zaman durcak?

- Elli bir, elli iki… Durcak annecim durcak, çok salladı bu sefer, sen koru yarebbim.

- Anne bi’ dakka oldu, hala bitmedi.

- Çıkma, çıkma masanın dışına, şu telefonu çek kablosundan aşağı.

- Babamı mı arıycan?

- Evet, çek, düşürt onu çek buraya.

 

Sanki on saniye, sanki on dakika sonra, bir anda babam geliyor eve; sanki babamın elleri bir kepçe, hepimizi tutup yakalıyor. Ben kardeşimi, ablam beni, annem bizi, babam hepimizi taşıyor sanki; beş katlı apartmanın merdivenleri sonu yokmuş gibi dönüp duruyor aşağıya indikçe. Kirişlerden çıtırtılar geliyor hala, duvarların içinde demirler gıcırdıyor, sonra bir uğultu geliyor çok derinlerde bir yerden. Sanki bir gergedan sanki bir balina, büyük cüsseli bir hayvan ağlamaklı bir ıslık çalıyor gibi. Sonra “bumf” ediyor bir kere, bir ileri bir geri, sağa sola, sonra titretmeli.

 

“Artçı bu, artçı” diyor babam, o anda apartmanın kapısı açılıyor birden. Dışarıda cırcır böcekleri ve köpek ulumaları, ılık bir meltem var insanın yüzünü okşayan, kekik ve biberiye kokusu. Öyle güzel bir akşam ki kimse inanmaz deprem olduğuna. ‘Bir Başka Gece’ vardı halbuki televizyonda, kitabım da yarım kaldı en çok ona üzülüyorum. Arabaya biniyoruz. 2023 sokak lamba lamba yanıyor gecenin yarısında.

 

Depremin en güzel yanı herkesin birbirini deliler gibi sevivermesi bir anda. O arabanın koltuk kılıfları gecenin serinliğinde öyle güzel kokuyor ki uyuyasım geliyor hemen. Babam radyoyu kurcalıyor, annem hırkalarımız veriyor üşürsek diye; yağmursuz bir Kasım gecesi. Arabayla sokaklarda dolanıyoruz, boş boş. Sanki hiç geri dönmeyecekmişiz gibi bir his var, hiç dönmesek istiyorum o an. Hep arabada kalsak, hep yan yana. Babam bakkalın önünde sağa çekiyor arabayı, beraber bakkala gidiyoruz.

 

“Hadi alın bir şeyler” diyor babam, çokoprens alalım istiyorum. “Bundan alalım mı?” diyorum babama, “Alın, alın” diyor, “Çokoprenses de var ama” diyorum, ondan da alıyoruz. Çokoprensesin üzeri toz şeker kaplı, buz tutmuş gibi, sanki tutsam kırılacak; yanına süt alıyor babam hepimize. Ben kakaolu alıyorum, kardeşim muz, ablam çilek. O çilekli sütün kutusu pespembe; öyle güzel ki her şey o an kimse inanmaz deprem olduğuna. Babamla bir gece yarısı bakkaldan çokoprens alıyoruz.

 

Arabaya dönünce fark ediyorum üşüdüğümü, arabanın içi sıcacık. Titriyorum biraz, dişlerim tıkırdıyor tık tık ağzımda. “N’oldu sana öyle” diyor annem, “Üşüdüm” diyorum. Ablamın kucağına başımı koyuyorum, gözlerimi kapıyorum sonra. O karanlıkta pembe bir kuş görüyorum, yüzü gözü, kanadı gagası, her yeri pespembe duruyor uzun bacakları. El ele bir sürü çocuk, Gediz deltasına doğru bakıyoruz bir yaz günü. Alüvyon kokuyor sanki hava. “Hani nerde?” diyor birisi, “Bak bak orda hepsi, yan yana”. Sağa bakıyorum, sola bakıyorum, bir ileri bir geri gidiyorum, boyum çok kısa hiçbir şey göremiyorum. Biri beni tutsa da kaldırsa keşke o an, kimse beni tutup kaldırmıyor. Sinirden tırnaklarımı yoluyorum. Sonra bir anda bir gölge düşüyor üstümüze, sonra güneş, sonra yine gölge. Bir anda her taraf parça parça kararıp aydınlanıyor, sanki gökyüzü pul pul üzerimize dökülüyor. Başımı çevirip yukarı bakıyorum, üzerimizden yüzlerce allı turna sulara doğru kanat çırpıyor. Gölgeler dönüyor tepemizde, soldan sağa uçuşuyor kuşlar, dans eder gibi ama gruplarca, dalgaların üzerinden sığ sakin sulara.

 

“İşte burası Kuş Cenneti” diyor bir ses arkadan. “Ne kadar büyük” diye soruyor birisi sonra.

 

- Büyüklüğü altı nokta sıfır.

- Belliydi ama, çok salladı.

- Anne n’olmuş?

- Du bi’ dakka, haberi dinliyoruz.

 

Annem radyonun sesini biraz daha açıyor. Ablamın kucağından başımı kaldırıyorum, sokaklar gündüz gibi kalabalık. Yunusların oradan geçiyoruz, dışarda çocuklar, anneler, babalar. Ananem ne yaptı acaba diye düşünüyorum.

 

- Anne, ananem n’aptı acaba?

- İyidir annecim, ananen zelzeleden korkmaz.

 

Çokoprensimi ısırıyorum, sütüm bitmek üzere. Çokoprensim bitmeden sütüm biterse olmaz, bir ısırık daha alıyorum. Sokak lambalarının ışığı vuruyor yüzümüze, turuncu bir rengi var gecenin sanki. Arabanın içinde ne beyaz ne pembe ayrıt edebiliyor insanın gözü, her şeyin koyu gri bir tonu var, ara sıra turuncuyla aydınlanan.

 

- Anne bu gece arabada mı uyuycaz?

- Yok canım, dönücez eve.

- Arabada uyusak ya çok güzel olur.

- Arabada uyunur mu canım sen de?

 

Neden uyunmasın ki diye düşünüyorum; ama inatlaşasım gelmiyor. Ablamın kucağına dayıyorum yine başımı, kardeşim benim kucağıma. Radyoda depremin merkez üssünden bahsediyorlar, gece çilek kokuyor sanki. Gözlerimi kapıyorum. Karanlığın en dibinde, kuytu bir köşede, gölgelerin arkasında, ufak pembe bir parıltı var. Gözlerimi kapadıkça o parıltı büyüyor, gözlerim bir battaniye olup sarıyor üzerimi; o pembe ışığın kenarından bir gaga çıkıyor, bir tomar tüy, iki kanat, upuzun bacaklar. Allı turnanın boynunda beyaz bir atkı, bana çeviriyor başını.

 

“Allı turna, n’oldu sana öyle” diyorum, “Üşüdüm” diyor.

 

 

Onur Ilter

 

 

© Berlin, 2019

This website is not using any cookies 🍪