onur ilter

Mazot Çocukları

03/07/2018

“Çiçekler dökülüyor ceplerimden, sana veremediğim, bir yere koyamadığım.” 1 Temmuz 2018, gecenin bir yarısı ayak bileklerimde tuz kaşıntısı, yürüyorum. Yine çok yanlış seçimler yaptığımız bir yaz var iliklerimizde. Sokaklar mazot kokmuyor artık, yanan yanmış tadında bir yazlık beldesi.

 

“Onur Dayı, sen yokken seni çok özledim.” diyorsun, çok içim acıyor.

 

Sabahtan akşama dönüp duruyor haberlerde kara gözlü çocukların boynu bükük gülümseyen vesikalıkları; ‘yine bir kötü haber’ diye başlıyor bol makyajlı spikerler her kanalda. Sanki son ana kadar ağzı sıkılmış bir çuvalın içinden kilo kilo çürük soğanlar dökülüyor bu toprakların tam orta yerine. Kurtlar dolanıyor hepimizin gırtlağında, yutkunamıyor kimse; yine susuyoruz.

 

“Senin en sevdiğin akraban hangisi?” diye soruyorsun Anneme. Çiğdem çıtlayışında görüyorum tüm sevdiklerimi tek tek, ne güzel çiğdem çıtlıyorsun paket açar gibi dikkatlice.

 

- Dayı sen benim akrabamsın di mi?

- Evet, dayıcım.

 

Girit’ten İzmir’e bir meltem esiyor. Ananemle bahçede oturuyoruz, karşı komşunun evinden bir kumbara var kucağımda, üzerinde dört yapraklı bir yonca. Ananem anlatıyor, onlar dinliyor. Sonra onlar anlatıyor, ben dinliyorum. Benim başımın arkasında dört kulak, söylenen her şeyi dinliyorum, tek tek yazıyorum aklımın bir köşesine. Kimisini unutmak, kimisini hiç anlamamak üzere; ama illa ki dinliyorum taşları ezip toz yaparken, bir yandan dört yapraklı yonca ararken bahçenin kenarında, uğurböceğine ev yaparken mimoza yapraklarından, hiç ilgilenmeden tüm ilgimle herkesi dinliyorum. Ananem hırkamı getiriyor, akşama doğru güneş batarken hava serinliyor İzmir’de; istemiyorum o hırkayı giymek, hırka beni giyiyor sanki. Hep bir şeyin içine tıkılıyor gibiyim, sokuşturuluyorum, oturtuluyorum, kaldırılıyorum, yatırılıyorum, uyutuluyorum, susturuluyorum, kusturuluyorum. Hırkamı giyerken ama yine de dinliyorum onları; otururken, kalkarken, yatarken, uyur gibi yaparken, en çok da susarken.

 

“Hırkanı giysene.” diyor annem, gözüm karşıki dağlara dalmış kulağım haberlerde, kan kusuyorum. “İyiyim böyle.” diyorum. Limonlu gazoz içiyorsun sen o sırada, pilavını bitirmemek üzere pazarlık yapıyorsun.

 

- Onur Dayı, sen Almanya’da n’apıyosun?

- E çalışıyorum işte. İşe gidiyorum.

- Ne iş yapıyosun?

- Çeviriyi yapıyorum.

- Neyi çeviriyosun?

- Hani sen başka diller öğreniyosun ya, Almanca öğreniyosun, İngilizce öğreniyosun. O yabancı dilleri Türkçe’ye çeviriyorum.

- Hatırladım, Türkçe çeviri yapıyosun, evet. Ben de büyüyünce film çevirmek istiyorum.

- E yönetmen olcaksın o zaman.

 

“Süt-çüü” diye bir ses geliyor sokaktan o sırada, “süt-çüğğğ” diye taklit ediyorsun; gülüyoruz. İçin için gülüyorsun ya sen, tam ciğerlerinden. Bizi en çok sen güldürüyorsun, o an fark ediyorum. Kimsenin gülmediği, herkesin sebepsizce surat astığı Haziran sıcağında en mutlu sensin, bir de ben belki, içten içe sana baktıkça. İçeride öğle haberleri, dört beyaz duvara vurup fayanslardan bahçelere doluyor sesi. Sürgülü kapıyı çekiyorum; biliyorum çünkü, dinliyorsun.

 

Köy köy, dere dere, orman orman aranan ülkenin tüm ıssız kömürlükleri is kokuyor; sürgülü kapıyı hepsinin üzerine çekiyorum. Çok yanlış seçimler yaptığımız bir yaz süzülüyor tepemizde, alnımızdan ter damlıyor tam kalbimizin dibine. Tırnaklarımızın altı toprak, kil, kireç; mendilimizde kan var. Köyler kasaba, şehirler metropol olmuş. Ev ev, bina bina yükseliyor nabzım İzmir’e baktıkça. Beyaz, gri, kül rengi dökülüyor dağlar; küp küp etekleri saçılıyor nar gibi Urla’dan Bayraklı’ya, Bornova’dan Menemen’e; gökdelen gölgeleri vuruyor çeşmesinden arsenik akan odalara. Dört tabeladan üçü bir alışveriş merkezini gösteriyor onkoloji merkezinin “O” harfi yanmayan cephesinde. Tırnaklarımızın altı toprak, kil kireç; umutsuzluk metastaz yapıyor kur hızında. Başımı yastığa koyunca göğsüm acıyor.

 

 “Onur Dayı, sen gidince seni çok özlüycem.” diyorsun. “Ben de seni çok özlüycem; ama dur daha yeni geldim, gitmiyorum.” diyorum. Şimdi sen uyuyorsun, ben düşünüyorum. Ben yarın gidiyorum ya, senin her gülüşünden bir dirhem anı koyuyorum valizin köşesine.

 

Topraklı çakıl yollarda yürüyoruz, elimi sıkı sıkı tutarken “Onur Dayı, tik ne?” diye soruyorsun; tüm çocukluğum geçiyor dört nala tarlalardan. Şifalı sular akıyor göz kapaklarımın arkasından, burnumun içine; boynumu büküyorum gözümü kırparken. “Bak, sana burun tikini gösteriyim mi?” diyorsun burnunun kıvrımlarını yukarı çekiştirip. “Tik nasıl geçer Onur Dayı” diyorsun. “O olur öyle bazen” diyorum, “yapmak istediğinde yapmamaya çalış; bir süre sonra geçer.” “Tamam.” diyorsun. Ben senin o burnunun dikine gitmeni istiyorum işte en çok, hiç ütülenmemeni. Güven kendine olur mu, hep güven. Her şey mümkün, her şey senin. Bak, sokaklar bile mazot kokmuyor artık.

 

 

 

 

Onur Ilter

 

 

© Berlin, 2019

This website is not using any cookies 🍪